5 Nisan 2011 Salı

Bir Aşk Sayfası - Emile Zola (geçici körlük)

Marsilya'da kocası vefat eden Helene, sürekli nedeni belirsiz nöbetler geçiren küçük kızıyla Paris'e gelir. Helene Paris'te oturduğu evinin yakınında oturan doktor Deberle ve ailesiyle tanışır. Bu sırada kızı Jeanne'nin sürekli geçirdiği nöbetlerden dolayı Helene ile doktor Deberle duygusal olarak birbirlerinden etkilenir ve yakınlaşırlar. Aynı zamanda doktor Deberle'nin karısı Juliette ile Helene'nin arası da pek iyidir. Sürekli bir eğlence, toplantı, misafir ağırlama meraklısı olan Juliette sürekli bu organizasyonlarla uğraşır ve komşularına bunları anlatmaya bayılır. Helene ise bu sohbetleri arada sıkılsa da dinler, doktorun hayaliyle her gün onlara gitmekten geri durmaz.

Yaklaşık 400 sayfa olan bu romanın genel havası bu şekildedir. Bu romanın yazarı olan Emile Zola'nın naturalizm öncülerinden olduğu göz alındığında bu basit hayatın ve olaylar örgüsünün bu kadar uzun bir şekilde anlatılmasına şaşmamalı.
Olayların geçtiği Paris ve Paris'i iki parçaya ayıran Seine (Sen) nehri akşamıyla gündüzüyle tüm detayıyla anlatılmış. Paris'in genelde yağmurlu kasvetli havası da yine bu uzun tasvirler için de yer alıyor ki okuyanı o havayı solumuş kadar yapıyor. Bunu da nasıl yapıyor derseniz aynı o kasvetli havanın verdiği sıkıntı gibi insanın içine bir sıkıntı bırakıp gidiveriyor.

Bu kitabı okuma sürecinde, sayfalarca süren tasvirlerden oldukça sıkıldığımı söyleyebilirim. Her ne kadar sıkılsam da bu akımın öncüsü olan bir yazarın kitabını okuduğum düşüncesi, beni ciddi ve saygılı olmam konusunda teşvik ettiği için okumaya devam ettim. Her şeyin su gibi akıp geçtiği, pek çok şeyin dikkatlice oturulup düşünülmediği, konuşulmadığı şu dünya da (belki de hayatımızda/hayatımda demeliyim) olayları bu kadar ağır çekim anlatan bir romanın sakinliği okuyucuya da birazcık sükunat vermiyor değil. Fakat bir süre sonra (mesela 5 sayfa Seine Nehri ile beraber Paris'teki gün batımı anlatımı) insanda derin iç çekişlerine sebep vermektedir. Tabi ki de naturalizm akımı ayrı olarak mercek altına alınması gereken bir konu olduğu için kitabın üslubunun insana verdiği ruh hali ile alakalı tasvirlerimi başka bir yazıya bırakıyorum.

Kitabın konusuna gelirsek, Helene'nin bir süreden sonra her gün görmeye başladığı doktora olan tutkusu, aşkı, saplantısı günden güne onu körleştirmiş, hatta o kadar körleştirmiştir ki kızının kendisine beslediği kıskançlığını ve gözleri önünde eriyip gittiğini kendisine fark ettirememiştir. Kızının ölümüyle yaşadığı göz açılması vakası Helene'ye " bu geçen bir sene ben ne yapmışım" sorusunu sordurtmuştur. O saplantı ( bazıları buna aşk diyor, bense bundan tam emin değilim) ait anları hatırladığında doktorla yaşadığı bakışmalar, tek kelimelik sohbetler aklına geliyor, aslında ikisinin de birbirlerine ne kadar uzak olduğunu farkediyordu. Saplantı/takıntı ve beraberinde gelen körlük geçen bir sene boyunca Helene'ye bunları farkettirmemişti. Çünkü, onla geçirdiği ya da geçireceği anları düşünme meyli ona hiç bir şey düşündürtmemişti.

Bugünse bu kitabı bitirdiğimde, tekrar anlıyorumki aslında hiç kopamayacağımızı düşündüğümüz insanlar, olaylar, yerler ani bir silkinme sonucu bir anda aklımızdan çıkıp gidiyor. Çünkü, gerçekleşeceğinden emin olduğumuz tek bir gerçek var o da ölüm. Ölümün diğer versiyonları olan bitişler de bu silkinişlere sebep veren örnekler olabilir. Önemli olan şey o geri de kalanı kafada bitirip yeniye hazır olmaktır. Kitapta da Helene, Jeanne'nin ölümü ile hayatından hiç çıkaramayacağını düşündüğü doktoru çıkarmış, belli bir süre sonra en yakın dostlarından biri olan "Mösyo Rambaud" ile evlenmiştir.    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder