4 Aralık 2011 Pazar

Kafalar Rahat Değil (durup dururken kaşınmak da denebilir)

İş hayatına atılmak için şunun şurasında bir sene bile kalmamışken işsizlikten kaynaklı yaşadığım şu iç sıkıntısı kendi kendine kaşınmak değil de nedir. Diğer sıkıntı ise çalışmak isteyip iş kovalamamam.

Sürekli insanlarla diyalog halinde olmak o kadar çok darlamış ki beni üçüncü tekil şahıslar sürekli diyalog halinde olacak olma düşüncesi beni tüm yeni iş girişimlerinden uzaklaştırıyor. Sonra da böyle burda kös kös oturup blog yazıyorum. Gerçekten her şeyden soyutlanmak istiyorum evet ama sonra da o her şeyin içine dahil olmak istiyorum. İç karışıklığım ilerledikçe davranışlarım da çelişkili olmaya başlıyor böylece. Bir şey yapmak ile yapmamak kafasında gidip geliyorum uçurumun kıyısında.

22 Kasım 2011 Salı

Dünya Malı Uçan Halı

bin ve de düş bitecek emin ol kurduğun her düş....
Belki de hevessizliğimin açıklaması şu sözler belki de umutsuzluğumun.Umutsuz olduğumu kabul etmesem de alttan alta olur tabi arada öyle karamsarlıklar, insanlık hali sonuçta.
İstediğim bir şey ya da yapmaya çalıştığım şey kabak tadı vermeye başladığında bu sözler tekrar ve tekrar çınlıyor kulaklarımda. Bazen kabak tadı vermeyi bırak ortada hiç bir şey yokken bile geliyor. Aslında beklenti içine girmemek güzel bir şey az çabalatıyor insanı,  hayal kırıklığı ihtimali düşük falan ama yine de yaşama sevincini sömürebiliyor bazen. Aslında bu da değil sorun insan mutlu olup, olmayacağı şeyi bilemediği zamanlarda stabil halini bozmak istemiyor. Değişlik olmayınca aman sıkıldım diyor, yine aynı nankör insan ama değişik bir şeye olan tepki de yaşanacak olan belirsizlikten ileri gelebiliyor. Bence stabil halde dururken de insan huzuru mutluluğu yakalayabilir. Hatta o şekilde yakalarsa ala olur. Çünkü mutluluk denen şey içten gelir, dıştan içeri bir şey gelmez e haliyle olacak olan bir organizasyonun/aktivitenin ya da alınacak olan bir eşyanın kendi başına mutluluğu etkilemesinin söz konusu olmaması gerekir ama oluyor işte. Sonra da bağımlılık oluyor o mutlu edici şey. Bağımlılık olunca da onu sürdürmek için gösterilen çaba da acı oluyor. Böylece de diyorsun bitecek emin ol kurduğun her düş.

E sonra insan (evet,aynı insan) derse ki olsa da olur olmasa da olur. Mantıksız bir cümle kurmuş olur mu? Bence olmaz.

sagopa kajmer al bide burdan yak

17 Kasım 2011 Perşembe

Karmaşıklık-(bu aralar bende bir şeylik var)

Şimdi blogumu kontrol ettim de uzun zamandır yazmamışım vallahi. Düşündüm neden yazmadım diye sonra yazmamamı doğru buldum. Çünkü şöyle dönüp baktığım da geriye yazdıklarımın çok karışık olduğunu farkettim. Kafam o kadar dolu ve karışık ki bir cümle içerisinde olan olamayan herşeye değinmeye çalışmışım haliyle yazıları çorba yapmışım, aybolmuş.

Üstüne biraz düşününce anladım ki yazı türkçem hiç de gelişmiş değil sahi niye öyle olmuş? Anlam veremediğim bir şey...
Bir diğer anlam veremediğim şey ise bugün altı sularında mecidiyeköy dönüşünün açık olması ve benim buna rağmen metrobüste olmam. Oysa bi kaç hafta önce aynı zamanda 15 dakikalık yolu bir saatte gitmiştim çok garip.
Başka anlam veremediğim şeyler de var tabi. mesela geçen sene derslerimin üzerine titrerken bu dönem titrememem ve üstüne daha iyi notlar almam bu da çok garip. Sınırda kalan notumun yanlışlıkla CB gelmesi üzerine bu dönem bunu düşünerek çoğu derste ne olsa alacağım harf notu belli şeklinde sınırları zorlamam gerçekten kendi sınırlarımı açıyor.
Kafayı takmadığım çoğu şey yoluna giriyor.
Ne olursa olsun kafası ile üzerine gittiğim her duvarı yıkıyorum bu sıralar.
Olumsuz olsam da olumsuz bir şeyler yazmak gelmiyor içime mesela. Her şeye gülüp geçmek istiyorum.
İstanbul, sen karışıksın ve dolusun ben de doluyum ve karışığım ortak özelliğimizin olması ama anlaşamamız da garip bir şey mesela. Son olarak sana da laf atar giderim artık ben.

17 Ekim 2011 Pazartesi

değişkenlik!! (değişmeyen tek şey değişimmiş tamam da abartmamak lazım)

Şöyle ki şu dünyada insanın kendi aklına kendi kendine zarar vereceği bir şey varsa o da değişken ruh halidir. Mutluyken bi anda hüzün çökmesi, hüzünlüyken bir anda enerji patlaması yaşamak falan gibi yani. Çevredeki insanlar için de zarar aynı zamanda. Yanındaki seni mutlu sanırken bi an ağlamaklı oluvermek pek hoş bişey değil.

Bir de bunlar nedensiz (daha doğrusu anlayamadığım nedenlerden ötürü ) geldi mi o daha bir zor. Aslında ruh hali değişimi ya da diğer bakış açısıyla duygu değişimini mantıka dayalı olarak açıklamak mümkün değil. İnsanın içinden bir yerden, nereden olduğu belli olmayan yerlerden gelip kendini dışarı salıveren bir şey. Kafayı fazla çalıştırmayıp iç güdülerine insan bıraktı mı kendini bu bahsedilen olaylar gerçekleşiyor malesef.

Bi anda bana yardım eden bir insanın varlığında, gözlere yaşların dolması, utanma, sıkılma derken peşinden hemen mantık koşuyor ve diyor ki "saçmalama neden sana yardım ediyor ki aciz misin sen?" hemen bu duyguların peşinden bir sinirlenme geliyor. O sırada zaten içimdeki bu kesişme bu zıtlık hemen baş ağrısına yol açıyor. Eğer mantığın (belki de egonun) ağına düşüp de yardım eden insana kızmışsan işte o çok fena üstündeki sinir bulutu gittiği anda bir de suçluluk duygusu kaplıyor içini.

Tüm bunlara ne gerek var diyip her şeye sakin tavırlar sergilemeye karar verdiğin an ise yeniden duygularını mantık kontrolü altına aldığın an oluyor. Bu sefer ne hissedersen hisset üstünü sakinlik örtüsüyle örtmeye çalıştıysan içinde gene bir çakışma, çelişme gene bir fırtınalar meydana geliyor. Bunun da peşinden bir baş ağrısı, kusma, baş dönmesi, göz kararması geliveriyor kendini tutmaktan. İşte sosyal anlamda kabul edilebilir olmak için bu seçeneği kullanmak gerek ama bu sefer de kendinden vazgeçmiş oluyorsun, diğer türlü yapsan iş hayatında seni kim çekecek diye de sorarlar adama kaldı ki haklılar.

Belki de ilk seçeneği uygulamaya çalışıp, bunun yanında insanın kendi çevresine kalın duvarlar çevirmemesi lazım. Çevirmesin ki iyi olaylar da o duvardan sekmesin. Aynı zamanda tüm olaylara tepkisiz kalınmasın.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Renkli Rüyalar Oteli!!

sen de dedin ki "dikkat et sadığımdır sadece kendime" kulağıma çalındı Teoman "Renkli Rüyalar Otelinde"yi dinlerken. Ne güzel demiş değil mi bence hiç kişisel alınmaması gereken bir laf. Bir insan önceden bir kişiyle mutlu olduğunu düşünürken şimdi düşünmüyorsa ya da düşünemeyeceğinin garantisini veremiyorsa ve bunu da dile getirebiliyorsa bence bu gayet dürüst bir davranıştır. Neden yemin ederler, hiç bırakmayacağının sözünü verirler ki insanlar dünyaya kazık çakmayacağımız da belliyken. Neden oldu, olmadı peşinden gidilir bi ilişki için. İlişki meselesi iş, değil güç değil insana bağlı bir durum neden bu kadar takıntı yapılır sürdürülür. Mutluluğu sürdürme telaşı, o an mutlu eden durumu devam ettirmeye çalışmak olmaması gerekiyor ki takıntı kalksın ortadan.

Ama işte böyle düşünmeyen kız yollu oluyor malesef ya da kazandığını anlayınca gitmek zamanı geldi diye düşündüğü ve maymun iştahlı olduğu söyleniyor. kişi, karşı tarafa açık olduğu sürece hiç de öyle değil. Delinin biri bi taş atmış demiş ki biz de erkek adam sözü ölene kadar. insanlar da kendini yaşarken her gün öldüre öldüre bu sözün peşinden gidiyor. Kabul etmek lazım insanın düşünceleri, istekleri gün geçtikçe değişebilir bu değişim doğal bir şey olduğu için de bundan korkmamak çok da üzülmemek he bir de farklı anlamlar yüklememek lazım.

İşte Teoman da o anı ne güzel yaşamış ki hisli hisli de söylemiş şarkıyı. Şimdi ise geçmişi değil de mutlu olduğun kişileri olayları aramak zamanı

21 Eylül 2011 Çarşamba

Dengede Olmak!! ya da masanın diğer tarafından düşmek

Okulun başlaması ile beraber alışkın olmadığımdan fazla insanın içine karışınca hemen yeni olaylar, yeni kişiler üzerinden muhabbetler dönmeye başlıyor. Bunların en önemlisi kim kime ne demiş ne yapmış ne etmiş. Belki konuştuğumun ya da dinlediğimin büyük bir kısmı anlatanın kafasında yaşadığı dünyaya göre algıladığı ve çıkarım yaptığı durumlar olsa bile karşılıklı kös kös oturmak yerine insan konuşuyor da konuşuyor işte. Ama insan şunu da anlıyor ki, olan bir durum neredeyse yarı yarıya hem iyi hem kötü sonuç getiriyor bir insan için. Şimdi benim sevgilim var hayatımdan memnunum falan karşımdakinin sevgilisi yok ve memnun olmadığını anlatıyor. Sonra biraz zaman geçiyor diyor ki ay iyi ki yok ben şimdi görüşmeye üşenirim, tanımaya çalışıcan değişik muhabbetler falan... E o da doğru bir bakıma, daha doğrusu karşıda ki kişi kafana göre değilse bu durum söz konusu olabilir.

Neyse konuyu bulandırmadan devam edersem sonra bir baktım ki uyumu, huzuru bulduğum insanla o kadar çok birlikte olmuşum ki bu sefer de diğer uyumlu arkadaşlarımdan uzaklaşmışım. Şuanlık şikayet ettiğim bir durum yok benim klasik korkum masanın diğer tarafından düşme korkusunu da yaşıyorum sanırım. Aynı zamanda bu arkadaş ve sevgili durumunu da dengelemekle beraber para ve zaman durumunu da dengelemek gerekiyor ki o da büyük bir sıkıntı. Derken sonuç olarak insan içine karışmak benim için çok zor bir iş be bilog. İnsanın tanıdığı bildiği, tepkilerine alıştığı insanın yanında artık senden daha sıkı fıkı olmuş insanların yanında vaktini geçirmesi biraz boğucu ve üzücü oluyor. Şöyle ki güven duyduğun yere geri dönmek de bir bakıma bir kişiye bağlanmak ve diğer duygularının körelmesi ile de sonuçlanabileceğinden eskiye dönmek dengeyi kurmak zaman tanımak gerekiyor sanırım bazı şeylere.

15 Eylül 2011 Perşembe

Kadın Olmak (çalayım bari)

Aslında zihnimden çıkacak pek çok şey var ama bugün facebookta okuduğum bir şeyi paylaşmak istiyorum. Son bir kaç haftadır çalışma ortamımda olsun, başka ortamlarda olsun yaptıklarımın sonucu olarak sırf kadın olduğum için bana dönen tüm tepkilere gelsin bu yazı...
Kadın Olmak....
Adam gibi adam derler de, kadın gibi kadın demezler mesela. Taş gibi derler. Soğuk olmak zorundadır, hissetmemesi gerekir, iyi gözükmelidir ama öyle çok iddialı da olmaması gerekir. Erkeğin yanında yerini bilmelidir.
Kadın olmak suçtur bu hayatta. Seversin deli derler, sevmezsin kötü derler. Elde ederler basit olursun, elde edemediklerinde konuşmalarına meze olursun. Susarsın bir şey bilmiyor derler, susmazsın dili uzun derler...


12 Eylül 2011 Pazartesi

Ne Yapacağını Bilememek İşte Tüm Sorun Bu!!

Gerçekten çok istediğiniz işin başındaki adam şizofrense ne yapılır acaba? Kafanızdan bi anda işi sildiğinizde sizi araması, sonra triplenmesi sonra sonra başka şeyler.

Tamamen başka sebeplere dayanan davranışları, sürekli kişisel algılayan bir insan hangi ruh halinin ürünü olabilir acaba? Burada da aslında anlaşılamayan bir durum var. Ya bu insan ilgi görmek için sürekli alınganlık yapıyor ya da gerçekten her şeyden alınıyor. İşte düşününce iki ihtimal de çok fena. Çünkü ben ne ilgi göstermek istiyorum ne de kendimi anlatmak için tekrar ve tekrar konuşmak. Bu durum da ne diyebilir ne yapabilirim ki gerçekten bilmiyorum. Kendime kendime oluşturduğum kurallardan bir tanesine göre zaten bu davranışlara anlam vermemeye çalışmam lazım çünkü insanların çoğu kendim de dahil düşünmeden spontane davranıyor. E kafa yorup zaman kaybetmenin hiç bir manası yok ama işte malesef ki bu işin sonucunu almam için de bu durumu çözmem gerekiyor. Ve komik olan şu ki her şey sadece eğlenmek için yapılmış bir şaka olabilir. Belki de yapmam gereken tepkisiz kalmak belki de başka bir işte bilemiyorum, bilemiyorum, bilemiyorum...

 
Fatih abi haklı " what can ı do sometimes??"

9 Eylül 2011 Cuma

Büyük Kaçış!

İnsanın insanlardan kaçması ne garip bir şey değil mi? Böyle oraya ait olmadığını hissetmek bir an çekinmek, bütün bakışların üzerinde olacağı düşüncesi falan. Son zamanlarda basılmak kelimesi çok kullanır oldum ama buradaki kaçışın sebebi basılmaktan kaçmak heralde ya. Sürekli içinde bulunduğu çevreden kopup başka bir yere gitmek zor bir insan için eğer sosyal bir insan değilse o kişi. Farklı çevre dediğim mekanla pek alakalı olmamakla beraber farklı yaş grubu kafa grubunda olan, farklı alışkanlıklarda yetişen insan gruplarından bahsediyorum.

Bu basılma nedenidir ki bazı benim gibi derin düşünür arkadaşları düğün dernek, bayram, doğum günü vs. gibi toplaşmalardan kaçıran. Uyum sağlamak uzun süre havadan sudan konuşmaya çalışmak zor işler bunlar, insanın rahatlık bölgesinden çıkmasını gerektirir. Sonra da samimi olmadığı işleri yaptırmasını gerektirir. Bunlar yapılmıyor mu bir şekilde yapılıyor ama artık bu olaylar artık o kadar sorgulanmadan benimsenmiş ki insanı robotlaştırıyor da robotlaştırıyor. Mesela uzaktan geldi akraban, arkadaşın her neyse çıktınız bir yere şimdi ev sahibi (il sahibi de denilebilir, istanbul üstüme tapulu ya) olarak başlayacaksın hesap gözlemeye zorla iki saat karşılıklı ısrar edeceksin valla olmaz ben ödeyeceğim. Ne için iki saat yalvar yakar para ödemek için neden? biz buna nezaket diyoruz. Herkesin birine bir şey ısmarlamak içinden gelebilir mutlu olabilir tabi ama sürekli bu şekilde sözde nezaketten sonra da hesap ödeme de gerginlik gitmek de gerginlik dönmek de gerginlik işin içinden çıkılmaz hale geliyor. Bir yere gidilir e dönüşte farklı yerlere gidilecekken kimse tek bırakılmak istenmez bir diğer soğuk ter de orada dökülür.Ama şunu itiraf etmem gerekiyor ki eğer saat de geç bir saatse ve uzak bir yerse karşılıklı kimse birbirinin nasıl gideceğini merak etmiyorsa o da iyi bir şey değil. Fakat bir sebebi var karşılık birbirini umursadığının göstergesi. Diğerleri çoğu zaman ya gövde gösterisi ya da öyle olması gerektiği düşüncesinden ötürü meydana gelen şeyler.

Buna karşılık iyi o zaman ben kaçayım demek de bana düşen görev olur o zaman!!

7 Eylül 2011 Çarşamba

Sahaflar Haftası! (Aman Diyim)

Sahaf deyince küçüklüğümden beri hep aklımda dolu dolu ucuz kitaplar gelir. Kitap evlerinde bulunamayacak eski değişik kitaplar, dergiler, resimler...Kitap dergi dediğimiz şey dipsiz kuyu gibi benim aklımın eremeyeceği pek çok şey var. Akıl hocalığı yapacak birini bulamadım daha doğrusu aramadım o yüzden kitap da arıyorum o insanı. Kitabın yazarı olur karakteri olur kendime yakın gördüğüm herkes olabilir maksat yeni insanlar yeni olaylar bilmek tanımak olsun.

 6-18 Eylül tarihleri arasında gerçekleşen sahafları haftası beyoğlunda kurulmuş dün ben de tabi eksik kalmayayım zaten sıkılıyorum hemen gideyim dedim. Aslolan tabi ki Beyazıd'taki sahaflar olsa bile ben heralde ayağıma yakın diye hep Beyoğlu'nda balık pazarının oradaki sahafı dolaşırım. Her kapıdan girişimde bi heyecanlanırım değişik bir şeyler bulacağım diye ya elim boş yorgun argın dönerim ya da elimde dolu ama gereksiz şeylere para harcadığım için hüzünlü.

Ben bu sahafları anlayabilmiş değilim. Adama kitabı satmaya kalksan sana vereceği para tane başı en fazla 3 lira (sıradan bi kitapdan bahsediyorum) satışlara gelince 10-15 belki de daha fazlaya çıkıyor fiyat. Tamam sonuçta ikinci el kitap pazarı karışık bi iş alıyorsun da gideri var mı yok mu, onlar da nasıl kazanıyor nasıl ediyor ben de pek akıl erdirebilmiş değilim. Ama bildiğim şu ki kitap siteleri olsun, kitap evleri yayın evleri olsun sürekli kampanya da maximum 5-6 liraya kitap satabilirken, sahafların sıradan (yani tarihi bi önemi falan vardır o ayrı) kitapları 10 liranın hatta 5 liranın üstüne çıkarmaması gerektiği. Zaten yığın yığın kitap getirmişin oraya onlar 5-10 tl arası gitmeyecek indir işte bu kadar mı zor ya. İndir de bi piyasa hareketlensin. Gerçekten bazen kitabın ikinci eli ile kitap yurdu fiyatı yarışır oluyor. Ha bir de adı sanı bilinmeyen bir sürü kitap bazıları koymak için koymuş biraz konuya bir şeye göre dizilse daha rahat bakılsa...

Her şeye rağmen sahafın en sevdiğim yeri dergiler. Son iki seneninkileri de bulduysan eğer oh mis işte onlar koleksiyonluk oluyor. Gene de her sene heyecanlanıyorum işte sahaflar haftası denince, neyse neyse heyecan iyidir işte ya bıkarsam o zaman fena.


anlık heves olmayan bir şeyim var onu da böyle saçma sapan dile getirir akıl veririm işte hehe

5 Eylül 2011 Pazartesi

Kolay Sanmak

Lafta her şey ne kadar kolay dimi ya! Mesela ben her gün ithalat ihracat yapıyorum, ertesi gün danışmanlık sonraki gün bir şirkette çalışıyorum falan. Canım nereye gitmek isterse işimi ona göre ayarlıyorum. Şimdi ne yapıyorum peki oturmuşum blog yazıyorum. E yani şimdi ne olacak diye sormazlar mı adama. Son zaman karar verdim kendime sakin durucam canımı sıkmayacağım kendimi yapmadığım, yapamadığım şeylerle alakalı ama geldi gitmiyor işte.

Böyle her şey çok basitmiş gibi anlatıyorlar anlatıyorlar sen de başlamaya bi niyetleniyorsun aslında işler hiç öyle değil. Sonra da başlıyorsun bayram geçsin başlayacağım, otobüs geçsin başlayacağım, maç bitsin başlayacağım, şarkı bitsin başlayacağım öyle öyle insanın içine bir sıkıntı yerleşiyor malesef ki.

Bu soruna çare de o andan zevk almak oluyor. Tembelliğim sayesinde yavaş yaşıyorum herşeyi yapıyorum ama yavaş yapıyorum. Keyfim gelince, canım isterse, denk gelirse. Böyle böyle hızlanacağım umarım bir şey kaçırmam. Son olarak buradan en sevdiğim okuyucuma "aman diyim" diyorum:)

2 Eylül 2011 Cuma

Suçlu Hissettirmek!

Bir insan hırçın ve patavatsızsa bu davranışa maruz kalmaktan kaçamıyor malesef ki. Patavatsız olmak açık sözlü olmaktır aynı zamanda. Tabi yerli yersiz o açık sözler savrulunca etrafa, belayı da alırsın başına.

Kendinle başbaşa kalamayan insanlar da bir önceki yazıda da bahsettiğim gibi duygu karışıklığı vakası yani aslında başka bir duygudayken başka bir şey hissetme olayı sıklıkla meydana gelebilmektedir. Ben de bunu yenmek için kendimi mimiklerimden, el kol hareketimden çok sözlerle ifade etmeye çalışıyorum. Ama gel gör ki kaş yaparken gözünü, kalbini her şeyini söküp atıyorum karşı tarafın. Karşı taraf kolay kesip atan bir insan değilse iş kolay da, eğer keser atarsa beni işte o zaman fena. Hele bi de kesin yargılı bir insansa o da çok kötü. Yani bilog senin anlayacağın, açık sözlü bi insan böyle agresif insanlarla takılmamalı bence. Zaten takılsa bile arkadaşlıkları uzun sürmez, sürse bile çok acı olur. İşte o acı kısım da suçlu hissetmekten gelir. Söylersin söylersin sonra karşı taraf o söylediklerini öyle bir çarpıtır ki zannedersin biraz önce adam öldürdün. He bir de kırılan vazonun parçalarını toplayıp birleştirsen de vazo eskisi gibi olmaz tarzı bi laf yok mu o zaten ömür boyu vicdan azabı sebebi.

Ele kola dikkat etmek lazım tabi!!

Tanımlanamayan Başlık!

Aslında son zamanlardaki sıkıntımı bulmuştum akşam üstü fakat şimdi aklımdan çıktı gitti. Her şeye bir kulp bulma ve yok ben gidicem aslında triplerime yani. Hoş gene aynı moddayım sorunu tanımladım ama çözüm konusunda pek ilerleyebilmiş değilim. Şımarıklık diyorum işte ben buna. He işsizlik de olabilir. Gerçekten ne yapacağını bilememek insana olmadık işler yaptırıyor. Bir kere hem fiziksel hem düşünsel olarak bi işin yoksa. Başlıyorsun geçmişi, geleceği, söylenenleri kurcalamaya yeni manalar çıkarmaya. Sonra da bunları uygulamaya almaya, çok zor iş valla. En sonunda da kendimi faydasız gibi hissedip sinirlendiğim an yok mu işte orası çok fena! Kırdığımı tamir etsem bir türlü, dağıttıklarımı toplamaya çalışsam bir türlü. Böylece gittikçe sıkıntı deliğini oyarak içinde ilerlemeye devam ediyorum.

Osho "Sezgi" kitabında bahsederdi insanların duyguları karışmış bu yüzden neye nasıl tepki vereceği bilemez halde diye gerçekten doğru. Mesela ben üzüleceğim yerde sinirleniyorum neden üzüldüğümü, kırıldığımı karşı tarafa belli etmek yiğitliğe bok sürdürtmek demek. Sonra kızınca da gülüyorum, dalga geçmeye başlıyorum falan çoğu insan yapar bunu. Kızdırmaya çalışırsın daha çok güler sen de sanırsın ki aldırmıyor. Bazı tepkisiz insanlar olabilir tabi onları karıştırmıyorum. Sonra kendini üzgün zannedersin ağlayayım dersin o da olmaz. İşte bu çok fena bir şey. Geçen gün Osho'nun blog sitesinde meşgul zihni rahatlatma başlığı altında bir yöntem yazmış. 40 dk boyunca kendini parçalayarak ağlayacakmışın, geçen gün ne kadar sinirim bozuktu ne kadar üzgündüm yok ağlayamadım. Kızdım valla kendime (ben de neye kızacağımı şaşırdım). Durdum düşündüm niye böyle diye bir baktım ben üzgün falan değilim neden dediğim olmadı diye manasız manasız şımarıklık yapıyorum. Hani bir olumsuz durum olur da insanın canı sıkılıyor ya bi türlü geçmez. Onun gibi işte. Öyle bir olaylar olmuş yine kendi kafamda kurmuşum sonra da içinden mis gibi üzelecek bir şey çıkarmışım. Bütün gün de benim bugün canım sıkkın diye dolaşmışım. Artık nasıl bir mantık süzgecim var nasıl süzüyorum ben anlayabilmiş değilim, hadi bakalım hayırlısı.

28 Ağustos 2011 Pazar

Takıntı!

He bu da geri döndü, e hoş geldin demek isterdim ama diyemiyorum biliyor musun bana çok çektirdin çünkü. Neyse madem geldin bu yeni senemde de seninle tekrar beraber yaşayacağız, iyi geçinelim o zaman. Neden geldiğini anlamaya çalışıyorum ama henüz bulamadım nedenini. Rahat durmazsan işimiz çok fena bir bildiğim o, öpt.

Ateşteyim Ben Ateşte!

Ateşler içinde yanarken bile kafamın içinden geçenleri durduramıyorum be bilog. Ne olacak benim halim. Hayır, gitmeden evvel hep eski halim, karakterim geri dönsün istedim ama döne döne inadım geri döndü ve o inat böyle giderse bana çok kötü şeyler yaptıracak. Çünkü son 5-6 ay içerisinde çok doğru olarak düşünüp verdiğim kararların çoğunu doğru bulmuyorum. Sonra aklıma değişik değişik entrikalı planlar geliyor. Bir şey değil bunları düşünüp, kafayı takarken hasta oldum lan. Yatıyorum yattıkça da hasta oluyorum. Kötüye gidişi fiziksel enerjimi arttırarak durdurmam lazım, hadi bakalım diyorum.

27 Ağustos 2011 Cumartesi

Tutma beni kolumdan yolumdan

Şimdi benim bugün heyecanlı sevinçli falan olmam lazımdı dimi? İstanbula geldim sevgilimi gördüm falan. Eski halim olsa sekerdim uçardım falan. Gene mutlu oldum tabi o ayrı mesele de. Evimde otururken bile stadyumun ortasında gibi camdan giren gürültüden, insan kalabalığından, gereksiz harcamalardan mı kaçtı tadım acaba bilemedim. Benim içimi buran şey ne gerçekten bilmiyorum. Buraya gelince sürekli bir şeyler yapmam gerektiği hissi geliyor içime. E yapamayınca da kendimi faydasız hissediyorum, bu da beni hasta ediyor. İstanbuldan uzakken sükunet içerisindeyim tek başımayım çünkü kafamda gereksiz düşünceler hesaplar yok. Herşey basit daha fazlasını da isteyen yok zaten. Kendine bağımlısın başkasına bağımlı değil ve gerçekten gitmek istiyorum. Şu istediğim burada yaşamaya mecbur olduğum bir sene boyunca belki başıma uğursuzluk getirecek biliyorum gideyim istiyorum işte tek başıma olayım kimseye bağlı olmayayım buradaki sözde sosyal ortamlarda bulunmak zorunda kalmayayım. Maskem yüzümde yapışık gezmek zorunda kalmayayım. İstanbul benim boyuma göre değilsin sen! Ne olur bırak beni de gideyim.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

İnsan hiç karakter ikizine kızabilir mi?

Tıpkı bir ayna gibi sizin davranışlarınızın aynısını yapan biri mevcutsa çevrenizde ve yaptıklarını durup düşününce gerçekten onun davranışlarını hatalı buluyor ve o davranışlar sinirinizi bozuyorsa ne yaparsınız.

Nasıl bir insansın sen staj sorumlum olan mühendis? İş sorunlarını kendi kişisel sorunun haline getiren, hallolana kadar yüzünde ufak bir tebessüm zor oluşan. Langırt bilardo gibi kıçı kırık oyunlarda bile yenildiğin ya da kötü oynadığın için sinirden kendini kaybetmen. Tez canlılığın, her şeyi kontrol altına alma çaban. Bu hırs ve çalışkanlılığına karşı olarak da senin eş tesisinde ( aynı holdingin başka tesisi) senin yaşadığın sorunu patrona uyduruk bir değer söyleyerek işin içinden çıkan adamın takdir alması ve üstüne de sen niye aynısını yapamadın diye patrondan fırça yemen. Nasıl iş lan bu? Ben de öyle çabalayayım edeyim, okul iyi olsun, işimde verimli olayım biri kestirme yollardan işleri halletsin ve benden daha yüksek bir yerde olsun. Benden daha yüksek paralar, puanlar, takdirler alsın.

Biliyorum mühendis beni hiç sevmiyorsun ben de seni çok sevdiğim söylenemez. Ama sonra durup düşündüm ki biz birbirimizi değil kendimizi sevmiyoruz. Hırsımızdan, kibirimizden yaptığımız işleri beğenmiyoruz. Böyle olunca da hiç bir şey bizi mutlu etmiyor. Geçen gün beni çocukça bulduğum davranışlarınla çok sinirlendirdin az kalsın da ağlatıyordun ama düşündüm ki aynı davranışları ben de yapıyorum o yüzden kızamadım sana. Hatta ertesi gün bana gelip dert yanınca seni sevmeye bile başladım biliyor musun? Ama seninle hala göz göze gelmek istemiyorum,  kendimle henüz tam barışamadığımdan olsa gerek!

18 Ağustos 2011 Perşembe

Manasız Davranışlar (1)

Bir diyorum çünkü şuan aklıma gelen manasızlıkları sıralayacağım. Sonra yavaş yavaş devamı gelecektir diye düşünüyorum.

Mesela mesela ilerde zarar görürüm diye güzel olacak olan şeyleri şimdiden frenlemek, uzaklaşmaya çalışmak. Aman ben sevgilime duygularımı belli etmeyeyim kendimi tutayım da sonra kötü olmasın. Karizma da çizilmemiş olur dimi? Hem çok yüz vermemek lazım aman diyim tepene çıkar sonra.

Hiç konuşmadan gizemli adam triplerime girmek mesela bu da çok manasız bir davranış.

Ya da ben mi çok açık sözlüyüm, gerçekten bazı günler ağzımı açıp konuşmak içimden gelmiyor olabilir ama düşündüğümü, istediğimi, istemediğimi açık ve net belirtmek benim için hiç bir zaman gurur kırıcı olmadı. Bazen oldurtmaya çalıştılar o ayrı arada yanılgıya da düştüm, ne düşündüğümü söylediğim için kendimi kötü hissettim. Aman efendim kartlar açık oynadım çok ayıp ettim falan diye. Kartlar açık oynamak demişken gerekmeyen 3. şahıs kişiler tabi ki de beni anlamak ya da benim ona kendimi anlatmak gibi bi zorunluluk yok. Ama eğer sen karşı tarafta ki insanı kendi hayatının içinde görüyorsan açık sözlü olacaksın, olacaksın ki ileri de daha iyi zamanlarınız olsun. Şu hayatta arkadaşlık ya da sevgili her türlü ilişki de istediğim en önemli şey uyum ve akıştır. Sanırım bu yüzden açık olmak bu kadar önemli benim için. Gizli kapaklı bir şeyler kalınca gerilerde ya da ilerilerde çıldırıyorum çıldırıyorum çıldırıyorum. Belki benim de bu davranışım manasızdır. O da size kalmış!!!!


17 Ağustos 2011 Çarşamba

İnsan sosyal bir hayvan olabilir de!!


Geçen korku demiştim, insan 3. Kişilerin oluşturduğu sosyal çevrede boğulur sıkılır falan. Ama o üçüncü kişileri bir de 2. Kişilere dönüştürürse deymeyin keyfine. Üşenmesem önyargı duvarımın üstünden atlayıp şu işi bir yapsam belki de yattığım duvarın arkasındaki mayışıklığımdan kurtulucam.  Teknoloji sayesinde (belki de yüzünden) akşam boş vakit geçirme araçları televizyon, bilgisayar, internet olmuşken bence hala geçmişteki insanların bir araya gelip yaptıkları yüz yüze aktiviteler (şimdi bu aktiviteyi nereye çekersen çekJ) kişinin akıl sağlını koruması için daha yararlı.
İstanbul otomatikleştiriyor işte insanı. Akşam arkadaşınla görüşüp bilardo oynamak istesen nasıl yapıcan, herkes minimum bir saat yol gittikten sonra hiçbir şeyin hali kalmıyor. Tabi en iyisi meseneden konuşalım dimi biz, akşam geç bi de kız kısmı çok da geç saatten sonra dışarı da olamaz. Böyle diye diye manuel mod diye bir şey kalmadı valla. İnsanın doğal aktiviteleri yürümek koşmak bile insanı yorar oldu, doğamız bozuldu ondan huysuzlanıp duruyoruz benden söylemesi.  

Nazlanmak


İnsanın uzaklarda bir başına yapamadığı şey nazlanmak olsa gerek. Alttan alta gitmek istersen aslında bana zarar veren şeyin bu olduğunu bundan kurtulmak istediğimin farkına varmam hoş oldu. Midem bulanıyor diye yemediğim yemekleri burada aç kalıcam yiyorum. Kahvaltı yaptığım saatte öğle yemeyi yiyorum. Dolanıp yorulduktan sonra yatamıyorum. Tamam program sıkı değil ama biraz daha istanbuldaki gevşekliğimde kalsaydım toplanamayacağım aşikardı.
Bu yüzden insanın çevresinde dönem dönem gözünün yaşına bakmayacak insanların olması lazımki adam olsun. Tamamen sıkıntıdan reflü ya da bel fıtığı başlangıcını geri döndürebilirsin yoksa.  Gerçekten benim için dinlenmek asker yaşantısı yaşamak, bu yüzden de istanbulda dinlenmem gittikçe zorlaşıyor. 

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Hasta Ruh

Biraz önce konuşurken farkettim, gerçekten hasta olmak benim için meziyet ya farklı bir kavram. Yatmamın, kalkmamın, dışarı çıkmamamın, ağır hareketlerimin hepsinin bahanesi hastalık. Sapasağlam mıyım ? O tartışılır, ama hastalık işte arkasında durulup saklanılacak en güzel duvar. Bir de aklın bedene hakim olduğunu düşününce insan, hastalık kökeninin kafadan geldiğini göz ardı edemiyor.

Bir diğer bahane de bu şehrin beni hasta ettiği düşüncesi. Ondan gitmek istiyorum ya işte uzaklara. Salsam kendimi doğaya bir dinlensem, bir sükunet içinde olsam o zaman bulucam kendimi.


Hazırsızlık

Darmadağın her şey, her yer. Kafamın içi, odam, bilgisayarın içi. Ne yapacağını bilememek, bir programsızlık, hazır olmayan bavul.
Güzel ama ya şikayetçi değilim bir de işim olsaydı iyiydi diyorum sadece. Ha bir de önceki karakterimi de geri istiyorum arada iş bitiricilik, disiplinlilik falan. Onlar nereye gitti diye soruyorum arada kendime ama cevap alamıyorum. İnsan huy değiştir mi ya niye değiştirir ki? Hep aklımda kötü bişey olacak mı kötüye doğru mu gidiyorum diye bi soru var. Sonra başka sorular da var ama o konulara burada girmeyeyim.

Şimdi şöyle ki geçen izlediğim bir sağlık programında kadın dedi ki, sürekli yatmak uyumak istemek, ne kadar yatarsan yat dinlenip kalkamamak hiçbir iş yapmak istememek sağlık sorunuymuş. Sinir zayıflığı, dayanıksızlık falan filan dedi. O tespitlerin hepsi ben de var diye düşündüm 2-3 gündür bu tespite kafam takılıp duruyor ama şöyle ki benim çevremdeki çoğu insanın canı bir şey yapmak istemiyor ve uyku hastalığı olanlar var ki onlara hiç değinmeyeceğim. E o zaman hepimiz mi aynı hastalığa yakalandık? Valla televizyon izlenmiyor ya her an ölümcül hastalığın pençesinde olduğunla alakalı bir tespit yapabilirsin. Bu yüzden de kimseye bir şey soramıyorsun işte şimdi canım sıkılıyor benim ya da hayat amacı bilmiyorum desem yardım istesem birinden, akıl almak istesem ya da yok öyle biri yok. O yüzden hep hazırlıksızım hep. Bilmiyorum ne yapacağımı, nereye gideceğimi. Pozitif bilimi bile kesinleştiremiyorum artık. Bu yüzden düzenlilik, disiplin falan kalmadı ben de heralde. Ne de olsa akışındayım ben her şey benim elimde değil ya da bilemiyorum diye düşünüyorum alttan alta.




Korku

İnsan sosyal bir varlıktır tanımı bile beni derin düşünceler sokuyor iş hayatına yavaş yavaş girmeye başladığım şu anlarda. Atılan ilk adım ne olacağını bilememezlik, acemiliği çaktırmamazlık çalışmaları falan gerdikçe geriyor beni. Sosyal biri değil işte insan her zaman. Korkuyorum oğlum 3. şahısları arasına girince 2. şahısla konuşur gibi konuşucam pot kırıcam diye. Kırsam ne olacak o ayrı ama işte ihtimallerden rezil olmaktan ya da rezil olma potansiyeli olarak gördüğüm durumlar silsilesinden korkuyorum. Bana göre normal gelen bir şeyi karşı tarafa belirtirken karşı tarafı şaşırtmaktan beni ya da dediğimi abartılı bulmasından korkuyorum. Benden soğuyacağından sonra da iş ilişkimizin biteceğinden korkuyorum. Tam korkağım anlayacağın bılög. ve gerçekten manasız şeylerden korkuyorum ama bilememezlik karşı tarafın ölçüsünü tavrını bilememezlik beni korkutuyor işte.

Diğer taraftan düşününce aslında bilememezlikten öte, kendimi ve çevremi bilmem bazen de beni korkutuyor. İçimde bulunduğum çevrede de üçüncü kişi hep yorum yapma konusudur. Kızsa zaten orospu olabileceği ihtimali hep ortalıklarda gezer. Erkekse her an değişik bir hamle dolandırma yapma ihtimali. Ha bi de iş yerlerinde yok mudur yeni gelen kıza yollu damgası vurma olayı. Kız şirinlik yapar yollu olur, süslenir başka birşey olur, soğuk davransa musibet ya da havalı olur, olur da olur anasını satayım. İşte ben bu saçma yorumlardan korkuyorum. çünkü kendi kendimin davranışlarını incelediğimde de her ne kadar başka bir kişiyle yorum yapmamaya özen göstersem de ben de yapıyorum bu yorumları ( bu kadar acımasız değilimdir ama). İlla ki kafam şekillendireceğim karşıma çıkan yeni kişiyi yeni durumu.

Bunları böyle kafamda çevirdikçe yeni bir ortama girdim mi. Böyle yerin dibine doğru biri bakışlarıyla ittiriyor sanki. Sonra kendimi kasınca haliyle kızarmaya başlıyorum ki işte o zaman zaten bittiğim an oluyor.

Şu mübarek ramazan günü beni bu saçma sapan korkularımdan arındır beni ey Yarabbi, amin!!



Hadi karşıma böyle bir şey çıksa da korksam onu anlayacağım ama anlayamıyorum işte!!

11 Ağustos 2011 Perşembe

Gitmek mümkün mü artık gitmek!

Yollar bana memleket olsa da, sıkılmasam bir yerden bağlanmasam. Davulun sesi hep uzaktan hoş gelse bana. Otobüste giderken bu sefer uyusam mesela ya da uyusam uyansam kulağımda kulaklık müziği hissetsem içimde ve yol hiç bitmesin istesem. Bu yüzden seviyorum okuduğum bölümü, o da uzaklarda benim de aklım uzaklarda, bağlantısızlıkta. Akılcı mantıkçı bir insanken nasıl böyle oldum ben de bilmiyorum. Bazen korkuyorum bu halimden. Korkuyorum bu bilememe halimden, halsizliğimden, yorgunluğumdan, sükunetimden. İstediğim hayat biçimi oralarda biliyorum belki de öyle zannediyorum. Bu da beni çok üzmüyor zaten, yıldıza dokunamasam da hep içimi aydınlatacak biliyorum ve gidicem o da benle gelicek. E lafı fazla uzatmamak lazım sanırım yolum açık olsun.  

7 Ağustos 2011 Pazar

Olmadı Bitmedi Fiyakası.

Gün geçmiyorki bir insan diğer bir insana özenmesin imrenmesin. bir kişinin hayatında rutin olup şikayet ettiği bir şeyi size anlatırken hiç özendiniz mi? şimdi şikayet edene de nankör dememek lazım o da sıkılmış bu havada havuza gitmekten, vakit geçirmekten hoşlandığı kuzeni ile buluşmaktan ya da sürekli hava yolu kara yolu yolculuk yapmaktan... aslında elinden tamamen alınsa bu aktiviteler gerçekten üzülecek ama yine şikayet ediyor zaten. belki ben de şuan birilerine imrenirken belki evet daha açık konuşmalıyım kıskanırken, hayatım da şikayet ettiğim şeyleri başkaları istiyor. işte buna sanırım O'na nankörlük yapmak deniyor. O'nun küçük çocuklarıyız biz her zaman o düşünce seviyesine gelemiyoruz, bilinçaltından geliyor yapıyoruz bir şeyler, affedilmekten başka bir isteğim yok.


insan böyle özenedururken bir yandan da karşı tarafa karşı kendini sıkıyor nedense öyle dolu geliyor ki karşı taraf sen basılıyor da basılıyorsun. adamın sıkıldığı şeyi istiyorsun ya onun çöpünü istiyorsun çünkü, sonra da sana ilgi gösterilmek istendiğinde bundan hiç mutlu olmuyor sanki sana acıyorlar da yardım etmek istiyorlar gibi bir algılamaya girerek ne diyeceğini bilemiyorsun. ben ki araba hastalığı olan bir insan birinin daha çok sevdiğim insanın beni bırakmaya çalışması bunu dile getirmesi bile nedense bir anda bende bir gerilime yol açıyor. girmesin o sınırların içine kalsın herkes kendi sınırlarında kalsa da kimse kimsenin hiç bir şeyini bilmesin istiyor insan. gerçekleşse pişman olucağım biliyorum ama ben de bir şey istiyorum yanız kalmak

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Birincilik tek dert mi?

Her ne kadar okuyanım az olsa da burası umuma açık alan diye bazı yazıları saklı bırakmış şimdi onları okurken bir an aslında okunası yazıyormuşum ya dur bi tane patlatayım diye bastım o "yeni kayıt" butonuna.

Yaklaşık bir kaç saat önce trabzonspor-benfica maçı yorumu yaparken de daha doğrusu kardeşime sosyal mesaj vermeye çalışırken aslında güzel bir çıkarım yaptığımı düşünmüştüm bari onu yazıya dökeyim de günün anlamına uygun olsun. Şöyle ki maçı izleyenler zaten bilir trabzona elenmemesi için dört gol lazımdı ben maça dahil olduğumda bir bir beraber ve trabzonspor 10 kişi idi. Son 20 dakika kalmasından olucak aslında az da bir süre değil ama belki de moral bozulmasından trabzon geriye de geri diye oynuyor futbolunu şimdi ben oynamam bilmem bu sporu. Fakat hem türklük damarından hem de kendimce trabzonsporun yanlış tutumundan dolayı hemen çıkarımları kafamda sıralamışken kardeşimin zaten ne yapsak boş, hakemler bize olan kararda karşı tarafı tutup maçı çeviriyor elimiz kolumuz bağlı deyiverdi. Şimdi Türkiyenin böyle durumlara düştüğü maçlara diyecek bir şeyim benim de yok. Sonuçta hakemin içinde ben yokum içini dışını niyetini bilemem.

Fakat şunu biliyorum ki türk milleti olarak demek istiyorum ama tüm milletleri tek tek bilemediğim için genelleme yapmayacağım, demem o ki bir grup insan büyük bir çoğunluk da denilebilir yaptığı işleri sonuç odaklı yapıyor. bu tabiki de tek bir açıdan düşününce doğru bir şey bir işi yapıyorsan güzel bir sonucu olmalı. ama bir yarışma yapılır 10 kişi de katılsa bin kişi de katılsa birincisi bir kişidir o zaman geri kalan ölsün mü? sorusuna cevap verdirtmiyorsa bu çıkarım o zaman biraz daha olayı geniş düşünmek gerekiyor. buradaki şike ya da hakemin karşı takımı tuttuğu iddiaları gibi gittiğimiz yolda, yaptığımız işte elimizi kolumuzu bağlayan belki de bağlıyormuş gibi görünen etkenler ya da olaylar illaki oluyor. sadece yoldaysa ilerlerken gözümüz sonucu görüyorsa bu bizim için büyük hayal kırıklıklarına moral bozukluklarına sebep verebilir o bu hayatımızdaki yaşama sevcinin yitip gitmesine de neden olur. Burada iki seçenek var; o engeli bahane edip ya da onu düşünüp aslında biz yenerdik bu maçı ama vay şunun bunun hakemi deyip sinir krizi geçirmek ya da bu engelin yanından geçip gitmek. Düşünüyorsanki gerçekten elin kolun bağlı ve çözümün yok artık o sektörde o alanda işin yok birincilik istiyorsan başka kulvara geçiceksin ya da ki bu bence en önemlisi yaptıklarından zevk alacaksın. hani yarışma programlarında derler ya aslında herkes (ben de dahil) gıcık olur önemli olan yarışmaktı diye bunu yapacaksın. yarışmak için macera için denemek deneyim tecrübe iç huzur ya da o işi kendine yakıştırdığın için yapacaksın işte o zaman birinci olduğunda sevineceğin bir an iken, bu şekilde hayatında her an mutlu olacaksın.


keşke bulsak da kendimize yakıştırdığımız hayatla uyum içinde olduğumuz işler de işte o zaman herkes şu birinci, şampiyon olma hırsını bir kenara bıraksa. hayatı kontrol etmeye çalışmamak eminim hepimize çok iyi gelecektir.

17 Temmuz 2011 Pazar

Düşünce sistemini alt üst eden adam Osho

d&r, kütüphane gibi yerlerde kitap incelemekten hoşlanıyorsanız kesinlikle Osho ismini duymuş olmanız gerekiyor. Belki öyle bakıp geçtiniz belki de çıktığından beri takipçisinizdir bilemem. Ama özellikle "Sezgi" kitabını okuduktan sonra duygu ve düşüncelerimde meydana gelen ve anlam veremediğim çelişkileri bir nebze olsun çözümleme de yardımcı olmuş mistiktir kendisi benim için.


üniversitede yaklaşık iki yıl geçirdikten sonra ee biz okuyoruz da ne ara para kazanacağız, işsizlikte varmış şimdiden bir şeyler düşünmek lazım diye başlayan iki ayağımın üstünde durmaya başlama serüvenim benim gibi sinirli bir insan için pek bir zorluydu. bir yandan okulu götürmeye çalışırken, bir yandan farklı alanlarda para kazanmaya çalışıyor bir diğer yandan da kendimi "evet ben güçlüyüm" tanımlaması adı altında ispat etmeye çalışıyordum. düşe kalka geldik tabi bu zamana kadar materyalist anlamda kazanmaktan çok kaybettim bu süreç içerisinde, çok şey öğrendim o ayrı. karakter olarak da maddeci bir insan olduğumdan tabi ki de bu dönem beni sinir krizlerine sokmadı değil. böyle düşe kalka bu zamana geldikten sonra aslında bazı şeyleri de akışına bırakmak gerektiğini zorunlu değil ama mecburi olarak öğrenmeye başladım. bir yanım şuan içinde olduğum durumun sorumlusu sadece sensin derken, bir diğer yanım olayları kontrol etmeye çalışmamam gerektiğini söylüyor. işte bu süreç içerisinde e beni ben düşünmezsem kim düşünecek o yüzden bir şeyler planlayıp bir şeyler düşünmeliyim cümlesiyle kendimi sıkıp dururken aslında şu anı yaşayamadığımı farketmem biraz fazla uzun zaman aldı. kontrol edenin ben değil Allah olduğunu ve aslında kimliğimin din kısmında müslüman yazsa da ve ben de O'nun varlığını kabul etsem de aslında tüm bunları göstermelik bir şekilde yaptığımı farketmiş olmam da bir diğer uzun zaman alan şeydi.
Aslında kontrol edenin O olmasıyla alakalı değil de benim sorunum hayatı için hiç bir şey yapmayıp, Allah böyle istiyor deyip bir kenara çekilen kaderci insanlardı. işte ben bu yüzden hep kendimi çok fazla sıkarak evet bir şeyler yapıp akışı değiştirmem lazım diye düşündüm. Bunları düşünürken, aslında bunları sadece düşünüp kafa yorup yine de akışı değiştirmek için hiçbir şey yapmadığımı ve "şimdi ve burada olmak" diye tabir edilen şeyi yaşayamadığımı farkettim. benim eskiğim O'nun büyüklüğünü gücünü her ne kadar kabul etsem de içimde farkındasızca olan güvensizlikti, işte bu güvensizlik beni her giriştiğim iş konusunda yiyip bitiren ve hayattan zevk aldırtmayan şeydi.
Osho Sezgi kitabındaki çözümleme yazılarını yazmadan önce bunu bir giriş yazısı olarak düşünmek gerekiyor sanırım.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Babel (belirsizlik bulutu hep tepemizde)

Bitmek bilmeyen bir filmdi benim için. Fakat düşününce gerçek hayattaki süreçler de bu kadar yavaş gelişiyor. Alışılagelmiş filmlerde bir buçuk saatin içine belki seneler sığdırılabiliyorken iki buçuk saatin içine bir günü koymak insanda sabır bırakmayabiliyor. 

Gerçekten hayatta da bu yüzden sabırsızız bence bir an önce olsun bitsin diye bakarken gerçeği değil hayali yaşamaya çalışıyoruz aslında durup düşünmüyoruz olasılıksızın içinde olasılığın bir tanesini seçip belki de yakalayıp yaşarken neyi kaybettiğimizi kazandığımızı ya da başka kimlerin hayatlarını etkilediğimizi. Bu açıdan bakınca bu bizim küçücük kısacık dünya için etkisiz gibi görünen hayatlarımızın içerisinde bizi boğan olaylar gibi gözüküyor. Biraz geniş/genel düşününce aslında, bütün herkesi her ırkı her alışkanlığı kültürü birlikte düşününce bizi boğan o olaylar ne kadar değişik anlaşılabiliyor. Bu yüzden de anlamak anlaşmak dünyayı karıştırmadan durmak da zorlaştıkça zorlaşıyor. Fas gibi gelir düzeyi düşük fakir bunla beraber bazı şeyleri görmemiş bir ülke de iki çocuk için eline tüfek alıp oraya buraya ateş etmek zarar vermek bu kadar kolayken, ABD gibi yüksek yaşam standartındaki bir çocuk için ne kadar ürkütücü ne kadar ürpertici böyle bir şey. Bir de bu iki kesimdeki bu çocukları büyüdükleri yollarının kesiştiği ve birbirlerini anlamaya çalıştıklarını bir düşünün. Hangisi hangisini nasıl anlayabilir ki, yaşam koşullarını bilmeden? Peki ya dikkatleri üzerine çekebilmek bir parça ilgi görebilmek için yapmadığı kalmayan japon kız… bir düşünün ki o hareketleri Türkiye’de yapıyor hemen ilgiyi görüvermişti. Hatta filmin kendi içerisinde Fas’ta bile Yusuf denen elemanın kendi kız kardeşini gözetledikten sonra mastürbasyon yapması ne kadar mide bulandırıcı bir şeydir, bence bunun kesinlikle affı yoktur mantıken, ahlaken, etiken yani her açıdan öyle de olmalıdır.  Ama böyle bir şeyi mantığına sığdırıp yapan bir insana hatta bir çocuğa nasıl anlatılabilir bu? O çocuğun aklının nasıl çalıştığı nasıl anlaşılabilir, gerçekten ayrı bir tartışma konusu. Her ülkenin hatta ülke içerisinde bile her bölgenin yaşam şartları, yaşama alışkanlıkları daha sonra yaptıklarını, yapacaklarını kısacası o ülkenin kaderini o ülkenin diğer ülkeler karşısındaki gücünü belirliyor. Globalleşen uzakların yakın olduğu bu dünyada bu konuların ortaya çıkması tartışmaya çalışılması öncesi büyük şaşkınlıklar getiriyor insanlara ve peşinden de büyük bir anlaşılmazlık belirsizlik bulutu ve üzerine kötü niyetlilerin ya da aşırı şüphecileri ortaya attığı komplo teorileri geliyor gündeme. Sadece silahı denemek amacıyla otobüse ateş etmek gibi mantıksızlık yapan çocuğun vurduğu ABD’li kadının terör saldırısına uğramış olması fikri gerçekten de oraya hiç gitmemiş sadece yansıtılanlarla bilgi sahibi olan dünyanın büyük bir kısmına gayet mantıklı gelecektir değil mi? Şimdi şöyle bir düşününce kim bilir bu küçük hayatlarımızdan ortaya çıkan bu olaylar nasıl yansıtıldı yorumlandı, kimlerin önünü kesti kimlerin önünü açtı ya da hangi tarih bize nasıl aktarıldı düşünmeden edemiyor insan. Belki de öğrendiklerimiz, öğreneceklerimiz birilerinin öyle öğrenmemizi istediği için ortaya attığı iddialarıydı kim bilebilir bunu. Bu belirsizliğin içinde ne kadar boğuluyorum bir bilebilsen ama sonra neyse ki dünya telaşı dediğimiz şey içinde bu boğulmaca çabuk geçiyor. Dünya telaşında boğulup sıkılınca aman ölümlü dünya en sonunda anlaşılacak her şey dünyaya kazık çakmayacağım Allah’a şükür deyip her günün sonu gibi yatıp uyuyor insan.

13 Mayıs 2011 Cuma

Şarkılar Beni Söyler

Final tatilinin başlangıcı, bahar döneminin ders yılının bitişi, dönemin asıl kısmının başlangıcı ne denirse densin bugüne, bugün cumadır. En azından bendeki bir haftayı daha bitirmiştir. Her bitiş gibi bir geriye dönüp insan neler yapıp neler yapamadığına bakıyor tabi. Bakınca herşeye rağmen yine okul varmış tek koşturulan şey tek ona yön verilmeye çalışılmış. İnsan geçiriyor içinden koca vakitte şunu da yapsaymışım şimdi bu kadar ilerlemiş olacaktım. Çalışsaymışım para biriktirirmişim, şu kursa gitseydim şimdi baya ilerlemiştim... böyle liste uzuyor gidiyor.

Dönemin diğer değerlendirmesine gelince de yaptıklarına bakıyor insan aslında pek çok şey yapmış ama pek de detaylı hatırlanmıyor rutin anlar. Ama öyle anlar var ki onlar da şarkılarla özdeşleşmiş şarkılar anlatmış onları, hayal gibi akıp geçiyor gözünün önünden. İyi ki de yapmışım diyorsun ama neden diyorsun böyle bir şey kimse bilmiyor. Elimde ne var şimdi sadece film şeridi gibi müzikli eğlenceli görüntüler... yapmasaydım ne olacaktı yapamadığımın pişmanlığı. Peki bu pişmanlığı ya da hevesi bana kim veriyor, cevap ise soru işareti.

Popüler kültür dediğimiz şey de bu olsa gerek o anın popüler aktivitesini yapıp arka fona şarkısını yapıştırdın mı olay bitiyor. E şimdi noldu? Çıksın bir Murat Dalkılıç bir mağazada bir kafedeyken merhaba merhaba desin ya da dönmem geri dönmem desin işte o an içlenilen andır. Hemen surat ifadesi değişir kafa yana yatar.

Tarkan desin ayda yılda bir olsa da muhakkak ara, işte o arada aramayan sormayanlar akla gelsin işte film koptu.

Bir de serdar ortaçın sitemli şarkılarından biri çıktığı anda insan elinde olmadan birine sitem edesi geliyorki, o an en önemli kinlenme anıdır.

Düşününce ,biraz daha mantıklı, insan kafasında hislendiriyor, yaşatmaya çalışıyor bu olayları ve kendi kendini üzüyor yine. Yaşansa bitse birşeyler sonra da yenileri yaşansa insan kendini tutmasa ne güzel olacak oysaki, o yaptıklarını yapmaktan kendini alıkoyup gelecek planları içine girmese, evet o zaman bence yaşamak kavramı gerçekleşebilirdi. İnsan hissettiği duyguyu o an, geçmişte ya da gelecekte değil o an, yaşasaydı o an yaşamak için bir şeyler yapsaydı işte o zaman ona yaşamak denirdi.

Bir şeylerin koşturmacasında daha iyisini beklerken ya da geçmişe bakarken akıp gidiyor herşey, herkes ve son olarak da ah bu şarkıların gözü kör olsun demekten başka bir şey de kalmıyor bana.

14 Nisan 2011 Perşembe

Muhteşem Yüzyıl (bunu birinin demesi gerekiyordu)

Bu yayın dönemi boyunca Kanal D ekranlarında yayınlanan ve çıktığından bu yana sorgulamaları ve tartışmaları peşinden getiren dizi Muhteşem Yüzyıl. Dizi genel olarak Kanuni Sultan Süleyman Dönemi osmalısında ki karakterlerden, olaylardan esinlenerek kurgulanmıştır. Tabi ki, bu kurgulanması olayı da beraberinde pek çok tartışma konusu getirmiştir. Bazı konular doğrudan karalamaya yönelik olup, bazı kişiler ise aslında dizinin Süleyman dönemindeki Hürrem meselesinin Türk milleti tarafından bu kadar dikkat çekeceğini bilerek bu konuyu kurgulamış olduklarını bir türlü anlayamayarak dizinin birebir gerçekleri yansıttığının düşüncesinden hareketle çeşitli tartışma konuları ortaya atmıştır. Şimdi bu ortalığı karıştıran konuları bir kenara bırakarak aslında neredeyse her dizinin bir parçası olan "bilip (belki de hissedip de) de söyleyememe sorunsalına" değinmek istiyorum.

Efendim, bu çarşamba oynayan bölümün öncesine kadar (izleyenler bilirler) herkesin yüreğini burkan Hatice Sultan ve Pargalı İbrahim aşkı herkesin içine dert olmuştu. Lakin Hatice Sultan'ın annesi ile abisi (Sultan Süleyman) kızı saadete kavuşturmak için Hatice kızımıza fikrini sormak dışında her şeyi yaptılar. En sonunda Mehmet Çelebi denen bir hocaya talip oldular talihsizlik bu ya o da ince hastalığa yakalandı. Ondan sonrasında nişan bozuldu mu bozulmadı mı diye herkes hop oturup hop kalktı ekran başında (evet, tabi ki de abartıyorum). Sonra ne oldu? İbrahim yazdı mektubu kaçtı gitti. O sırada farklı amaçlarla da olsa Hürrem bu olayı gitti canlı canlı annesiyle konuştu, peşinden Süleyman'a da anlatmak istedi ama o pek de nasip olamadı. Bi şekilde olay çözümlendi Haticenin düğün hazırlıkları başladı ve içimiz rahatladı.

Ben burda bu olayı bir paragrafta hızlıca anlattım ama dizinin başından beri yani haftalardır süregelen bu konunun bu şekilde kalmasında ki sorumlular tabi ki de Hatice ile İbrahim'dir. Birisi çekindikleri Süleyman'ın kardeşi diğeri ise sağ kolu, bu kadar yakınlarken böyle bir durumu canlarıyla ödeyecek kadar korkuyor olmaları gerçekten de çok kötü bir durum. Açıkçası, asıl kötü olan ise böyle bir çekincenin bu zamanlarda bile o zamanda olduğu gibi bazı kesimlerde de hala yaşanıyor olması. Bu çekince de "hünkarımız, Hatice'nin saadeti için en doğru kararı verecektir" eğer farklı bir fikir olursa adamın lafının üstüne laf koyulmasın padişaha karşı gelinmesin. Tamam bu adam padişah devlet işinde en doğrusunu o biliyor olabilir ama bu kişi kız kardeşi bile olsa başkasının keyfini o kişiden daha iyi kim bilebilir. Kimse çıkıp o zamanda sormuyor. Neymiş efendim dışlanırsın, günaha girersin ya da başın kesilir. O zamanın psikolojisini tabi ki bilemem ama bu ayıp, günah karşısında farklı bir millet ve kültürden gelen Hürrem'e bakınca aslında bazı konularda biraz da bastırınca isteklerinin olmaması gibi bir durumun çok da söz konusu olmadığını görüyoruz. Yanlış da olsa Hürrem hatun kişisi istediğini istemediğini olsa da olmasa da bağıra bağıra söylüyor. Ama diğerleri aşkından ya da başka bişeyinden ölse de ağzını açmıyor. Süleyman'ın yatağına girmiş karısı olmuş üstüne çocuk yapmış Haseki Sultan kocasına hünkarım sıfatı kullanır sizli bizli konuşurken, cariye sıfatındaki Hürrem ortalıkta Sülüman diye dolaşmaktadır (bu arada sosyal sıfatıyla, özel hayatı birbirine karıştırmayan Hürrem'in davranışı doğru olandır).

Hatice ve İbrahim'in bu konudaki tutumlarına bakıldığında kıyıda köşede ağlamaklı dolaşıp gizli gizli görüşmekten başka birşey yapmamıştır. Hiç biri de kalkıp da ben bu sorunu kökünden çözücem diye bir şey demiyor, hayır bi de üstüne ikisi de eğer o olmazsa ben ölürüm diyebiliyorken. Tabiki de bu olay en başta da bahsettiğim gibi bir kurgu ama şuan toplumda da benim çevremde de (elbette bende de ) pek çok önemli soruna neden olmaktadır. Oysa, aslında ahlak sözlüğünde olmayan bazı kavramları kafamızdan bir silebilsek herkes birbirine daha samimi olacak, her gece aynı yastığa başını koyduğu kocasının (karısının) bile ne düşündüğünü daha iyi anlayacaktır.

Bu dizide ve pek çok dizi de hissedip de söyleyememe sorunsalıyla kendini kahreden dizi izleyicileri bence kendilerini bu şekilde paralamak yerine oturup da bu kıyaslamayı yapması gerekiyor. Belki de bu şekilde bu diziler karşısında boşa harcanan vakit bir farkındalık olarak geri döndürülebilecektir.

5 Nisan 2011 Salı

Bir Aşk Sayfası - Emile Zola (geçici körlük)

Marsilya'da kocası vefat eden Helene, sürekli nedeni belirsiz nöbetler geçiren küçük kızıyla Paris'e gelir. Helene Paris'te oturduğu evinin yakınında oturan doktor Deberle ve ailesiyle tanışır. Bu sırada kızı Jeanne'nin sürekli geçirdiği nöbetlerden dolayı Helene ile doktor Deberle duygusal olarak birbirlerinden etkilenir ve yakınlaşırlar. Aynı zamanda doktor Deberle'nin karısı Juliette ile Helene'nin arası da pek iyidir. Sürekli bir eğlence, toplantı, misafir ağırlama meraklısı olan Juliette sürekli bu organizasyonlarla uğraşır ve komşularına bunları anlatmaya bayılır. Helene ise bu sohbetleri arada sıkılsa da dinler, doktorun hayaliyle her gün onlara gitmekten geri durmaz.

Yaklaşık 400 sayfa olan bu romanın genel havası bu şekildedir. Bu romanın yazarı olan Emile Zola'nın naturalizm öncülerinden olduğu göz alındığında bu basit hayatın ve olaylar örgüsünün bu kadar uzun bir şekilde anlatılmasına şaşmamalı.
Olayların geçtiği Paris ve Paris'i iki parçaya ayıran Seine (Sen) nehri akşamıyla gündüzüyle tüm detayıyla anlatılmış. Paris'in genelde yağmurlu kasvetli havası da yine bu uzun tasvirler için de yer alıyor ki okuyanı o havayı solumuş kadar yapıyor. Bunu da nasıl yapıyor derseniz aynı o kasvetli havanın verdiği sıkıntı gibi insanın içine bir sıkıntı bırakıp gidiveriyor.

Bu kitabı okuma sürecinde, sayfalarca süren tasvirlerden oldukça sıkıldığımı söyleyebilirim. Her ne kadar sıkılsam da bu akımın öncüsü olan bir yazarın kitabını okuduğum düşüncesi, beni ciddi ve saygılı olmam konusunda teşvik ettiği için okumaya devam ettim. Her şeyin su gibi akıp geçtiği, pek çok şeyin dikkatlice oturulup düşünülmediği, konuşulmadığı şu dünya da (belki de hayatımızda/hayatımda demeliyim) olayları bu kadar ağır çekim anlatan bir romanın sakinliği okuyucuya da birazcık sükunat vermiyor değil. Fakat bir süre sonra (mesela 5 sayfa Seine Nehri ile beraber Paris'teki gün batımı anlatımı) insanda derin iç çekişlerine sebep vermektedir. Tabi ki de naturalizm akımı ayrı olarak mercek altına alınması gereken bir konu olduğu için kitabın üslubunun insana verdiği ruh hali ile alakalı tasvirlerimi başka bir yazıya bırakıyorum.

Kitabın konusuna gelirsek, Helene'nin bir süreden sonra her gün görmeye başladığı doktora olan tutkusu, aşkı, saplantısı günden güne onu körleştirmiş, hatta o kadar körleştirmiştir ki kızının kendisine beslediği kıskançlığını ve gözleri önünde eriyip gittiğini kendisine fark ettirememiştir. Kızının ölümüyle yaşadığı göz açılması vakası Helene'ye " bu geçen bir sene ben ne yapmışım" sorusunu sordurtmuştur. O saplantı ( bazıları buna aşk diyor, bense bundan tam emin değilim) ait anları hatırladığında doktorla yaşadığı bakışmalar, tek kelimelik sohbetler aklına geliyor, aslında ikisinin de birbirlerine ne kadar uzak olduğunu farkediyordu. Saplantı/takıntı ve beraberinde gelen körlük geçen bir sene boyunca Helene'ye bunları farkettirmemişti. Çünkü, onla geçirdiği ya da geçireceği anları düşünme meyli ona hiç bir şey düşündürtmemişti.

Bugünse bu kitabı bitirdiğimde, tekrar anlıyorumki aslında hiç kopamayacağımızı düşündüğümüz insanlar, olaylar, yerler ani bir silkinme sonucu bir anda aklımızdan çıkıp gidiyor. Çünkü, gerçekleşeceğinden emin olduğumuz tek bir gerçek var o da ölüm. Ölümün diğer versiyonları olan bitişler de bu silkinişlere sebep veren örnekler olabilir. Önemli olan şey o geri de kalanı kafada bitirip yeniye hazır olmaktır. Kitapta da Helene, Jeanne'nin ölümü ile hayatından hiç çıkaramayacağını düşündüğü doktoru çıkarmış, belli bir süre sonra en yakın dostlarından biri olan "Mösyo Rambaud" ile evlenmiştir.    

3 Nisan 2011 Pazar

Kill Bill (bu da böyle bir japon hevesiymiş)

Öncelikle filmin senaristi ve yönetmeni olan  Quentin Tarantino tarafından bir film halinde çıkarılmak istenmiştir fakat filmin çok uzayacağı düşüncesiyle Tarantino bu kararından vazgeçirilip iki bölüm halinde çıkarılmıştır.
Tarantinonun diğer filmlerinde olduğu gibi film dehşet verici dövüş sahneleri ve bunlarla bağlantılı olarak fışkıran kanlar, organlar içerse de müziklerinden olsa gerek izleyiciye çok da dehşet verici hisler uyandırdığını düşünmüyorum (en azından ben de uyandırmadı). Aynı zamanda özellikle japon dövüş filmlerinde dakikalarca süren dövüş sahnelerine atıfta bulunmak amacıyla bu şekilde uzun dövüş sahnelerini içerdiğini düşünüyorum. Fakat bunun yanında tarantinonun izlediği dövüş sahnelerinden etkilenip kendi filmlerine aktarmış olabilme ihtimali de söz konusu. Sonuçta tarantinonun doğum yılının 1963 olduğu göz önüne alınırsa, kendisini seksenler çocuğu olarak da görebiliriz ve bu dönemdeki bir mortal combatı oynamamış olma ihtimali düşüktür ki bu yaşlarda insanın dövüş sahnelerine özenme ihtimali çok yüksek. Kendi açımdan da düşününce bir Jackie Chan, Bruce Lee film izlerken ki ruh halim bir anda samuray haline geçiveriyor. İnsanın içine bir enerji doluyor ve amaçsız yumruklar boşluğa doğru savrulurken bir yandan da koltuk koltuğa zıplama haline geçiveriliyor. Kaldı ki "the bride"ın sarı siyah kıyafeti de çok büyük ihtimal Bruce Lee'nin resimde de görülen kıyafetinden geliyordur. Aynı zamanda 70’li yıllarda çekilen ve en özgün samuray filmlerinden biri olan “SHURAYUKIHIME” (ladysnow blood) Tarantino'nun temel esin kaynağı olduğu söylenebilir. Bu film de Kill Bill'deki gibi bir intikam konusu ve film akışından bağımsız bir zaman bağlantısı içeriyor. Film bir anda ileri bir tarihe kayarak sonrasında geçmişte olmuş olan olaylar “flashback” şeklinde gösteriliyor.


Benzeme, andırma, özenme ya da atıfta bulunma olarak tabiri edilen bu benzer sahneleri işte Tarantino'da buradan çalmış demek için belirttiğim düşünülmesin. Bunun aksine, neredeyse tüm dünyaya yayılmış olan amerikan film ve dizilerinin izleyen kişilerde yaratmış olduğu suikast timi elemanı olma ya da amerikaya gidip orda yaşama gibi hisleri bir Japonya için yarattırmış olmasını güzel bir yaklaşım olarak görüyorum. Aynı zamanda daha önce de belirttiğim gibi kendisi film içerisine bir anime serpiştirerek, bir uzun soluklu dövüş sahnesi koyarak üstüne de bir japon markasını gözümüze sokarak (onitsuka tiger) bu hevesini çok güzel sergilemiştir.  

Bu heves muhabbetinden sonra, filmin konusu irdeleyecek olursak filmde aşk, intikam ve bunla bağlantılı olarak da öldürme hissinin hakim olduğu söylenebilir olsa da bir yandan da film, Amerikan filmlerinde ön plana çıkan suikast timleri ve bunların içerisindeki elemanların birbirine kazık atması sonucu ortaya çıkan meseleleri de ele almıştır.
 
Bu filmin ben de bıraktığı his, dehşetin vahşetin her an her yerde olduğu ve alışkın olmaktan ya da farklı sebeplerden dolayı bir şekilde bu gerçekleşen olayları aynı bu film gibi sakince izliyor olmamızdır. Televizyonun getirdiği küreselleşme dalgası sayesinde dünyanın dört bir yanında olan vahşeti anında öğrenmemiz ve tüm dünyanın vahşeti olduğu için haliyle bu tip olayların çok sayıda olmasından dolayı bu olayları öğrenmemiz şaşırmamız ve üzülmemiz çok kısa bir süre sürmekte ardından hemen başka bir olayı anlamaya yönelmekteyiz.

Ayrıca vahşet ve dehşetin şaşırtması demişken, filmde aynı normallik ve sakinlikte devam eden pek çok olayın da geliştiği gözlerden kaçmamalı. Mesela beş sene hastanede yatıp geri dönen “the bride” kimi kimsesi ve beş parası olmadan nereye gidiyor nasıl gidiyor merak konusu. Kendisinin daha önceden suikast timinde olduğundan dolayı aslında aklımda hep “ zaten onun tuzu kuru ekmeğini taştan çıkartır onun sırtı yere gelmez” düşüncesi var, sanırım tarantino da aynı düşünce de olacak ki böyle bir şeyi göstermeye pek de gerek duymamış. Aynı zamanda Japonya Okinawa Adası’na Hattori Hanzo kılıcı almaya giden kahramanımızın o kılıçla uçakta orda burada elini kolunu sallayarak nasıl dolaştığı da merak konusudur. Tabi bunları burada yazıya dökerken söylemeye çalıştığım şey evet uçağa kılıçla binilmez filmde hata var demek değil, buna karşılık herkesin böyle bir şeyin mümkün olmadığını bile bile böyle bir garipliğin çekilmiş olması filmi izlerken insanı ayrı bir kafaya sokmuyor değil. İşte bu bağlantısızlıklar ya da abukluklar zinciri de aslında filmin bir anda seneler sonra akla gelip ya şöyle de bir sahne vardı denilerek herhangi bir videoyu izler gibi izlenilip keyif vermesine sebep oluyor.

Bu hissiyatları anlatırken tabi ki de bu hissiyatlara en büyük katkısı olan film müziklerini de unutmamak gerekir. 


Son olarak, bahsettiğim filmlerle alakalı varsa eklemek istediğiniz bu da var dediğiniz bilgiler yaklaşımlar her zaman paylaşabilirsiniz. Amacım, gitmeden görmeden gitmiş kadar oldu dedirten filmlerle alakalı bilgileri öğrenmek ve paylaşmaktır. Başka bir filmde görüşmek üzere...  

2 Nisan 2011 Cumartesi

Ruhhali

Merhaba dedikten sonra öncelikle bu blogu neden oluşturmak istedim, neden ruhhali dedim biraz bundan bahsedeyim. Kendim çok asabi ve hırçın bir çocukluk ve lise dönemi geçirdikten sonra, sene kaybetmeden üniversiteye girebilmiş ve bu üniversiteye girmeyi bir armağan olarak kabul ederek kendimi bu aşırılıklardan tamamen arındırmaya çalışan bir insanım. Şöyle ki bir yanımda o ergenlik döneminden kalan hırçınlıklarım, ani parlamalarım, karamsarlığım, güvensizliğim ve kuşkuculuğum var, diğer yanımda ise okul döneminin sonuna yaklaşmış olan bir gencin ciddileşme süreciyle beraber içine girmiş olduğu olgunluk ve bunun peşinden gelen sakinlik, kendini bilirlik (o ne demekse), anlayışlılık gibi büründüğü ruh halleri var. Bütün bunların hepsini içimden taşırmadan geçirmeye çalıştığım dört sene, bu dört senenin içinden bir sene gecesiyle gündüzüyle doğru olduğu tartışılır olan bir işin peşinde gitme dönemim derken bu zamana geldim. Günler hatta dakikalar değişirken bile farklı ruh hallerine geçtim. Bunları ileride bana ışık tutsun bir bakıma da hatıra olsun diye arada yazıya dökmeye çalıştım. En sonunda da bu değişken ruh halleriyle olaylar, filmler, kitaplar üzerinden yaptığım çıkarımları eleştirileri derleyip daha da güzel bir hale getirme çabası içerine girmek için bu bloğu açmaya karar verdim. Bu blogu oluştururken şuanda ki ruh halimle verdiğim kararım budur. Herhangi bir kitap, olay ya da film üzerinde yaptığım hiç bir eleştiri ya da yorum üzerinde bu kesinlikle böyledir diye iddia etme durumum söz konusu değildir. Amacım kafamın içinde bu kadar çok yorum ve tanımlama geçiyorken bunları derleyip bir paylaşım içine girebilmektir. Sevgiler.