3 Nisan 2011 Pazar

Kill Bill (bu da böyle bir japon hevesiymiş)

Öncelikle filmin senaristi ve yönetmeni olan  Quentin Tarantino tarafından bir film halinde çıkarılmak istenmiştir fakat filmin çok uzayacağı düşüncesiyle Tarantino bu kararından vazgeçirilip iki bölüm halinde çıkarılmıştır.
Tarantinonun diğer filmlerinde olduğu gibi film dehşet verici dövüş sahneleri ve bunlarla bağlantılı olarak fışkıran kanlar, organlar içerse de müziklerinden olsa gerek izleyiciye çok da dehşet verici hisler uyandırdığını düşünmüyorum (en azından ben de uyandırmadı). Aynı zamanda özellikle japon dövüş filmlerinde dakikalarca süren dövüş sahnelerine atıfta bulunmak amacıyla bu şekilde uzun dövüş sahnelerini içerdiğini düşünüyorum. Fakat bunun yanında tarantinonun izlediği dövüş sahnelerinden etkilenip kendi filmlerine aktarmış olabilme ihtimali de söz konusu. Sonuçta tarantinonun doğum yılının 1963 olduğu göz önüne alınırsa, kendisini seksenler çocuğu olarak da görebiliriz ve bu dönemdeki bir mortal combatı oynamamış olma ihtimali düşüktür ki bu yaşlarda insanın dövüş sahnelerine özenme ihtimali çok yüksek. Kendi açımdan da düşününce bir Jackie Chan, Bruce Lee film izlerken ki ruh halim bir anda samuray haline geçiveriyor. İnsanın içine bir enerji doluyor ve amaçsız yumruklar boşluğa doğru savrulurken bir yandan da koltuk koltuğa zıplama haline geçiveriliyor. Kaldı ki "the bride"ın sarı siyah kıyafeti de çok büyük ihtimal Bruce Lee'nin resimde de görülen kıyafetinden geliyordur. Aynı zamanda 70’li yıllarda çekilen ve en özgün samuray filmlerinden biri olan “SHURAYUKIHIME” (ladysnow blood) Tarantino'nun temel esin kaynağı olduğu söylenebilir. Bu film de Kill Bill'deki gibi bir intikam konusu ve film akışından bağımsız bir zaman bağlantısı içeriyor. Film bir anda ileri bir tarihe kayarak sonrasında geçmişte olmuş olan olaylar “flashback” şeklinde gösteriliyor.


Benzeme, andırma, özenme ya da atıfta bulunma olarak tabiri edilen bu benzer sahneleri işte Tarantino'da buradan çalmış demek için belirttiğim düşünülmesin. Bunun aksine, neredeyse tüm dünyaya yayılmış olan amerikan film ve dizilerinin izleyen kişilerde yaratmış olduğu suikast timi elemanı olma ya da amerikaya gidip orda yaşama gibi hisleri bir Japonya için yarattırmış olmasını güzel bir yaklaşım olarak görüyorum. Aynı zamanda daha önce de belirttiğim gibi kendisi film içerisine bir anime serpiştirerek, bir uzun soluklu dövüş sahnesi koyarak üstüne de bir japon markasını gözümüze sokarak (onitsuka tiger) bu hevesini çok güzel sergilemiştir.  

Bu heves muhabbetinden sonra, filmin konusu irdeleyecek olursak filmde aşk, intikam ve bunla bağlantılı olarak da öldürme hissinin hakim olduğu söylenebilir olsa da bir yandan da film, Amerikan filmlerinde ön plana çıkan suikast timleri ve bunların içerisindeki elemanların birbirine kazık atması sonucu ortaya çıkan meseleleri de ele almıştır.
 
Bu filmin ben de bıraktığı his, dehşetin vahşetin her an her yerde olduğu ve alışkın olmaktan ya da farklı sebeplerden dolayı bir şekilde bu gerçekleşen olayları aynı bu film gibi sakince izliyor olmamızdır. Televizyonun getirdiği küreselleşme dalgası sayesinde dünyanın dört bir yanında olan vahşeti anında öğrenmemiz ve tüm dünyanın vahşeti olduğu için haliyle bu tip olayların çok sayıda olmasından dolayı bu olayları öğrenmemiz şaşırmamız ve üzülmemiz çok kısa bir süre sürmekte ardından hemen başka bir olayı anlamaya yönelmekteyiz.

Ayrıca vahşet ve dehşetin şaşırtması demişken, filmde aynı normallik ve sakinlikte devam eden pek çok olayın da geliştiği gözlerden kaçmamalı. Mesela beş sene hastanede yatıp geri dönen “the bride” kimi kimsesi ve beş parası olmadan nereye gidiyor nasıl gidiyor merak konusu. Kendisinin daha önceden suikast timinde olduğundan dolayı aslında aklımda hep “ zaten onun tuzu kuru ekmeğini taştan çıkartır onun sırtı yere gelmez” düşüncesi var, sanırım tarantino da aynı düşünce de olacak ki böyle bir şeyi göstermeye pek de gerek duymamış. Aynı zamanda Japonya Okinawa Adası’na Hattori Hanzo kılıcı almaya giden kahramanımızın o kılıçla uçakta orda burada elini kolunu sallayarak nasıl dolaştığı da merak konusudur. Tabi bunları burada yazıya dökerken söylemeye çalıştığım şey evet uçağa kılıçla binilmez filmde hata var demek değil, buna karşılık herkesin böyle bir şeyin mümkün olmadığını bile bile böyle bir garipliğin çekilmiş olması filmi izlerken insanı ayrı bir kafaya sokmuyor değil. İşte bu bağlantısızlıklar ya da abukluklar zinciri de aslında filmin bir anda seneler sonra akla gelip ya şöyle de bir sahne vardı denilerek herhangi bir videoyu izler gibi izlenilip keyif vermesine sebep oluyor.

Bu hissiyatları anlatırken tabi ki de bu hissiyatlara en büyük katkısı olan film müziklerini de unutmamak gerekir. 


Son olarak, bahsettiğim filmlerle alakalı varsa eklemek istediğiniz bu da var dediğiniz bilgiler yaklaşımlar her zaman paylaşabilirsiniz. Amacım, gitmeden görmeden gitmiş kadar oldu dedirten filmlerle alakalı bilgileri öğrenmek ve paylaşmaktır. Başka bir filmde görüşmek üzere...  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder